15 Haziran 2017 Perşembe

FOTOĞRAF YARIŞMACISI MI? YARIŞMA FOTOĞRAFÇISI MI?


Gün geçmiyor ki sosyal medyanın değişik mecralarında fotoğraf yarışmaları ile ilgili bir şey okumayalım. Yarışma duyuruları, merakla beklenen sonuçlar, tartışılan jüri kararları, alınan ödüller ve gururla sunulan madalyalar her gün ışıklı ekranlarımızdan hızla akıp geçiyor.
Fotoğraf yarışmaları hep çok önemli bir konu olarak biz fotoğrafçıların hayatında yerini almaya devam etmektedir. Türkiye Fotoğraf Sanatı Fedarasyonu'nun da en önem verdiği konulardan biri de budur.

Aşağı yukarı 1985 yılından beri fotoğrafla ilgiliyim. Bu süre zarfında hep çektim, arşivledim, gezdim, dostluklar edindim, okudum, yazdım, öğrendim ve öğrettim. Fotoğrafçılık hayatıma renk kattı, yaşam kalitemi inanılmaz yükseltti.

Bu güzel yolculuk boyunca çok şeyden büyük keyif aldım, bunlardan biri de fotoğraf yarışmalarıydı. Yarışmaya katılmak, sonuçlarının açıklanmasını beklemek ve ödül almak muhteşem bir heyecandı benim için. İnanılmaz bir motivasyon aracıydı ayrıca. Katıldığım yarışmalar ve aldığım sayısız ödüllerin beni çok motive ettiğini ve fotoğrafçılığımın gelişmesine büyük katkılar sağladığını rahatlıkla söyleyebilirim. Eğer aralıksız bunca yıldır bu sevdadan kopmadıysam bunda yarışmaların ve aldığım ödüllerin yeri çok büyüktür.

Yaşamımın hiç bir döneminde bazı büyüklerimin yaptığı gibi yarışmalara burun kıvırmadım ve hiç karşı olmadım. Hem elden geldiğince katıldım, hem de çevremi ve öğrencilerimi katılmaları konusunda teşvik ettim. Hala da etmekteyim.

Gerçi son yıllarda bir çok yarışmada jüri üyeliği yaptığım için elden geldiğince yarışmalara katılmamaya çalışıyorum ama kurtlarım da kaynamıyor değil. Bazen kendimi tutamıyor ve yılda bir iki kez de olsa prestijli ve yüksek yarışmalara fotoğraf yolluyorum.  Bana kalırsa yarışma heyecanı bitmiş bir fotoğrafçının üretim heyecanı da bitmiştir. Bu heyecanım bitsin istemiyorum.
Yıl boyunca çok sayıda fotoğraf yarışması düzenleniyor ve küçümsenmeyecek ödüller dağıtılıyor.  Çok para harcadığımız bu uğraşımızda, genç arkadaşlarımın bir iki ödül alıp ekipmanlarını geliştirmelerinin hiç de fena fikir olmadığı görüşündeyim.

Kısacası hep fotoğraf yarışmalarından yana oldum ve destekledim, ama hiç bir zaman "Yarışma Fotoğrafçısı" olmadım.

Fotoğraf yarışmalarına katılmakla, yarışma fotoğrafçısı olmak ayrı şeyler. Artık bu iki kavramı dikkatlice birbirinden ayırmamız gerekir.

Fotoğraf yarışmacısı olmayı kendi kişiliğim üzerinden anlatmaya çalıştım. Çevremize baktığımızda çok sayıda ve gittikçe sesleri daha çok çıkan yarışma fotoğrafçısı örneklerini görürüz. Peki nedir bu yarışma fotoğrafçısı olmak?

Yarışma fotoğrafçısı tüm fotoğraf potansiyelini yarışmalar üzerine kuran ve bunun ötesinde başka bir şey düşünmeyen son derece hırslı tiplerdir. Bu arkadaşların yarışmalardan başka dertleri yoktur. Tüm fotoğraf yaşantıları yarışmaların ekseninde dönüp durmaktır.

Onlar hep yarışma kovalarlar, sadece yarışmalar için fotoğraf çekerler, hiç bir yarışma kaçırmazlar, bir fotomaratondan diğerine koşarlar. Ödül aldıklarında başarılarını göklere çıkarırlar, alamadıklarında da sosyal medyayı birbirine katan acımasız bir muhalif fotoğrafçı kimliğine bürünürler.

Çünkü kendilerinin yarışmaya yolladıkları fotoğrafların mutlaka ödül alması gereken en iyi fotoğraflar olduğunu düşünürler. Hatta ödül almayan bu fotoğraflarını bir de sosyal medya hesaplarında yayınlayıp şaşkınlıklarını kamuoyu ile paylaşırlar. Her kesinde bu işe şaşırmasını ve tepki göstermesini  isterler. Beklenen tepki yine ödül alamayan diğer yarışma fotoğrafçılarından gelir. Yine ortalık yangın yerine dönmüştür.

Ödül almamışlarsa, yarışma sonuçları onlar için tam bir rezalettir. Ödül alan fotoğrafların nasıl dereceye girdiğine şaşırıp kalırlar ve jüri üyelerini en ağırından eleştiri bombardımanına tutarlar.

Fotoğraf yarışmacısı için ödül amaç değildir. Ödülden çok fotoğrafın yaşamına kattığı artılara bakar. Onun için, çekmekten öğrenmeye,sevmekten paylaşmaya fotoğrafın kültürü ve sanat tarihi içindeki yeri önemlidir.
Yarışma fotoğrafçısı için ödül her şeydir. Onsuz fotoğraf çekmenin bir anlamı yoktur. Ötesi gereksiz detaylarla doludur.
Fotoğraf yarışmacısı ödül almasa bile sonuçlara saygı gösterir. Ödül alan fotoğrafları tebrik eder. Bükemediği bileği öper. Daha sessiz ve vakurdur.
Yarışma fotoğrafçısı ödül almadığı zaman isyan eder, sonuçlara saygı duymaz, jüriyi eleştirir. Aldığı ödülleri ise onlarca mecrada yayınlayarak egosunu üst seviyede sergiler.
Fotoğraf yarışmacısı zaten düzenli fotoğraf ürettiği için zengin arşive sahiptir ve genellikle arşivindeki çalışmaları ile yarışmalara katılır.
Yarışma fotoğrafçısının etekleri boştur, o nedenle yarışmanın konusuna göre fotoğraf çeker gerisini önemsemez.

Çok uzun yıllardır yarışmalara katılan ve çoğu zaman da eli boş dönen biri olarak fotoğraf yarışmaları ve alınan ödüller eğer kişiliğinizde problemler  varsa hiç bir işe yaramaz. Ödüller hiç bir zaman fotoğrafçıyı bir yere yükseltmez.

Fotoğrafçının en büyük ödülü, saygı sevgi üzerine kurulup geliştirilen zengin ve nitelikli bir çevredir. Yoksa her an milyonlarcasının gözümüzün önünden akıp gittiği iyi ve ödüllü fotoğrafların girdabına yakalanıp ışık hızıyla gözlerden kaybolup gideriz.

5 Mart 2016 Cumartesi

DARÜŞŞİFA DELİLİK MEVSİMİ ROMANINDAN ALINTILAR


Her şey bir yana, tüm olup bitecekleri asırlar öncesinden kesin olarak bilmek ve bunu işaretlerin diliyle  geleceğe aktarmak mümkün müydü? Olanları tekrar konuşup münakaşa ettiler. Hangi kahin, hangi müneccimbaşı, hangi tılsım yapan falcı bunu bilebildi? Kimdi tüm olacakları şifreli şekillerin içine gizleyen bu kitabın yazarı? Kimdi bu işaretlerin dilini çözüp şiirlere döken şair?


Güçten, kudretten, tüm asaletinden ve dünya nimetlerinden uzaklaşıp, maharetli nakkaşların oya gibi işlediği ulu kubbenin altında sadece bir kul olarak secdeye eğilecekti.


Bazen de bu hayaletin buz mavisi ışıklar içinde havaya yükselip kaybolduğunu uzun süre yeminler ederek anlatıp durdular.


Kim çağırmıştı? Hiçbir şey anlamıyordu. Hiç bir şey düşünemiyordu hatta. "Nehirlerin ötesinden geldim, sen çağırdın beni. Seni dinlemeye, seni götürmeye geldim."


Yüzündeki bıçak izi belirli belirsiz eline geldi, aradan yıllar geçmesine rağmen soğuk havalarda kızarıp acıyordu. Bu hatıra babasından kalmıştı kendisine. Asık suratlı, sert mizaçlı Sultan İbrahim Han'dan...


Uzun senelerden beri devleti şu karşıda bütün haşmeti ile duran Cihannüma Kasrı'nın taş duvarları arasından idare ediyordu.


Umumiyetle ya hilal görününce ya da bahar mevsiminde delilik vakalarında büyük bir artış gözleniyordu. Bu nedenle Edirne'de ilkbahara "Delilik mevsimi" deniliyordu.


Hacer tam kadınlar koğuşundan içeri girerken dönüp bir kez daha Sinan'a baktığında, kızgın korla dağlanmış sevda oku hızla gelip genç adamın kalbine bir kez daha saplandı.



Acaba o bahsedilen tılsımları ve cinleri anlatan kara ilmin kitabı bu muydu? Korkmuştu. Hemen sayfaları kapattı ve kitabı diğerinin üzerine koydu.




Güneşin battığı saatte de nehir kızıla boyanacak ve asırlık söğütlerin suya değen dallarıyla öpüşen nehir, birazdan en güzel rengini alacaktı.


Arapça yazılmış ismini tekrar okudu. "Risale-i Fit Tılsım." Evet, kaç gündür uykusunu kaçıran kitap tekrar elindeydi.


Ertesi sabah da, güneşin doğmak üzere Selimiye'nin ufkunu kızıla boyamakta olduğu saatlerde, 30 atlı ulak, Edirne'nin farklı yönlerine doğru hızla hareket ettiler.


Bu kitaptaki garip şekiller ve harfler kafamı karıştırdı. Tam kapatmak üzereyken içinden şiir yazılı bir kâğıt kucağıma düştü. Sanki o şiirde esrarengiz bir mesaj saklıydı.


Davulzenler, zurnazenler, boruzenler, zilzenler ve kûsiler aynı anda gümbürdetip Sultanın meydana girişini müjdelediler.


Sırık Meydanı'ndaki şenlikte geçiyordu gördüğü rüya. Ateşbazlar, fişekçiler ve kandilciler ellerinde fişekler,  alev topları ve meşalelerle dolaşıp duruyorlardı.


"Allahü Teâlâ bana öyle nimetler ihsan etti ki, istersem kıyamete kadar gelecek bütün velileri, kutupları, isim ve nesepleriyle bildirebilirim. Fakat bazıları inkâr ederler de, manevi kazançlarından kaybederler diye korkuyorum."


Müneccimbaşı gözünü Hafızül Küttaba dikerek "Tefe'ül-name" dedi. Ardından devam etti, "Şeyh Muhiddin-i Arabi hazretlerinin, Tefe'ül-name'si"


İşaretler kendilerini bu noktaya kadar getirmişti. Kitabın kopan sayfasına tekrar baktılar. Her şey bir muamma gibiydi.


Herkes için acıların dindirildiği şifa yurdu olan bu yer, onlar için dönülmez bir yolun başlangıcı, kısa saadetlerinin unutulmaz yurdu ve sevda acısının yürekleri delen sızısı olmuştu.


Bazı odalardan gelen inlemeler ve şadırvanın fıskiyesinden inceden inceye havuza dökülen su sesinin dışında şifahaneye tam bir sessizlik hâkimdi.


Seyreden herkes donup kalmıştı sanki. Ortada derin bir kaos vardı ve o derin kaosun içinde daha da derin bir düzenİşte neler olduysa o büyülü anlar içinde olup bitmişti...


Bu efsunlu ses ne kadar devam etti, bu ışık saçan ibrişimlerden kaçını yakalayabildi onu da bilmiyordu.


İşin tuhaf tarafı bu tarifsiz acı kalbinin derinliklerini sızlatmasına rağmen, ona tarifi imkansız bir haz veriyordu.




















19 Haziran 2015 Cuma

FOTOĞRAFTA ÖLÜMSÜZLÜĞÜN MUCİZESİ VAR

“Fotoğraf doğumla başlar. Ölümden sonra da vardır”

Sevgili dostum Alberto Modiano “Fotoğraf Tarihine Giriş” kitabının önsözünü, çok hoşuma giden bu sözle sonuçlandırır.

Aslında biz fotoğrafçılar hayatı ölümsüzleştiren bir güce sahibiz. Birçoğumuz bu önemli gücün farkında değiliz ama öyleyiz. Çektiğimiz her insanı, her olayı, her canlıyı ve her anı ölümsüzleştiriyoruz.

Fotoğraf insanlığın görsel tarihidir. İcadına kadar insanlar yazarak, resmederek veya sözlü kültürle olup biteni sonraki kuşaklara aktarmışlardır.

Fotoğrafla birlikte yaşananlar doğrudan görüntülenmeye başlanmış ve bu kopya ile olayları, insanları, çevreyi, doğayı ve olup biten her şeyi birebir belgelemek mümkün olabilmiştir.

***

Birçoğumuz son dönemlerde dijital dünyanın parlak ışıltıları altında gözlerimiz kamaşmış bir şekilde ilerlemeye çalışırken, fotoğrafın bu önemli boyutunu ıskalıyoruz ne yazık ki.

Fotoğraf, 180 yıllık bir geçmişe sahip.

İlk kalıcı görüntü Niepce tarafından 8 Aralık 1827’de İngiltere’deki Royal Society’ye bildirilirken aslında tarihsel sebeplerin vardığı bir sonuçtu bu. Bir yönü ile fotoğrafın başlangıcı olarak kabul edilen bu olay, aslında Rönesans ile birlikte başlayan gelişmelerin ve insanlık tarihinin bin yıllık görüntüyü sabitleme merakının bir sonucuydu.

Her sonuç da yeni bir gelişimin doğumu değil midir?

Aristo M.Ö. 4. yy. da kendi yöntemleriyle ışığın etkilerini araştırmaya başladığında da belki de bir sonuca varmıştı. Ama o sonuç ışığın ve optiğin binlerce yıllık serüveninin bir başlangıcıydı.
Camera Obscura, Camera Lucida, kimyasal, fiziksel ve sayısal gelişmeler…

Sonunda vardığımız dijital çağ ve daha doğrusu dijitalin hayallerimizin sınırını aşan inanılmaz mucizesi.

***

Evet, ne yaparsak yapalım 180 yıldır şöyle veya böyle fotoğraflar çekiliyor, basılıyor, biriktiriliyor ve saklanıyor.

Yine 180 yıldır insanlık tarihinin görsel belleği fotoğraf olarak arşivlerde.  Artık fotoğraflanıyor ve tarihin sayfalarında bu fotoğraflar yer alıyor. Yok olup giden eski kuşaklar yerini yeni ve dijital kuşağa bırakıyor.

İnsanlar ölüp gidiyor, ama fotoğrafları yaşıyor. Kentlerin yıllar öncesindeki halleri yok olup gitti ama fotoğraflarda yaşıyor. 180 yıldır var olan çok şey yok olup gitti ama tüm bunlar yine fotoğraflarda duruyor.

Daha doğrusu fotoğraf karesinde yer alanlar şanslılardı ve onlar ölümsüzleştiler. Diğerleri unutulmuşluğun tozlu sayfalarında kaybolup gittiler.

Eski kuşaklar için bir fotoğrafta yer alıp ölümsüzleşmenin önemini şimdi anlıyoruz. Mesela benim ailemde büyük dedelerimin ve ninelerimin fotoğrafı hiç çekilmemiş. Aile arşivimizdeki en eski fotoğraf anneannem ve dedeme ait.

Babamın babasının nasıl biri olduğunu hiç bilmiyorum çünkü fotoğrafı yok. Babam ve anneme dair fotoğrafları da ancak ben çekebildim ayrıntılı olarak.

Kendi fotoğraflarıma gelince… En eski fotoğrafım ilkokul 5. sınıfa ait. Öğretmenimizle birlikte çektirdiğimiz toplu bir sınıf fotoğrafı. Onda da nokta gibi görünüyorum zaten. Öncesi yok.
O nedenle son yüz yıldır soy ağaçlarındaki her ferdin fotoğraflarına sahip olan aileleri çok kıskanırım. Geçmişlerini fotoğraflarla biliyorlar, tanıyorlar ve yaşatıyorlar.

***

Evet, “Fotoğraf doğumla başlar, ölümden sonra da vardır”  ve biz fotoğrafçılar tarihe kalıcı belgeler ve görüntülerden oluşan kayıtlar düşürmeye ve ölümden sonra da yaşatmaya devam ediyoruz.

İyi ki fotoğraf var ve iyi ki biz fotoğrafçılar hayatı ölümsüzleştirmenin gücüne sahibiz.

12 Haziran 2015 Cuma

FOTOĞRAF: SAYISIZ İHTİMALLER SANATI


“Fotoğraf bir görsel kurgu sistemidir. Özüne indiğimizde bir insanın doğru zamanda ve doğru yerde dururken görüş ufkunun bir kısmını bir çerçeveye alma meselesidir. Satranç ya da yazmak gibi fotoğraf da, verili ihtimaller arasında seçim yapmakla ilgili bir konudur. Sadece fotoğraf söz konusu olduğunda bu ihtimaller sayılı değil sonsuzdur.”

Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabında John Szarkowski’den yapmış olduğu bu alıntı aslında fotoğraf üzerine çok derin ipuçları vermektedir.

Bu tanımdan yola çıkarak, fotoğrafa sonsuz ihtimaller sanatıdır da diyebiliriz. Çevremize durup baktığımızda hızla akan hayatın içinden yeri zamanı, açıyı, rengi, biçimi, estetiği seçmek sonsuz ihtimallere açık bir konudur.

Çekim anında birden çok açı vardır, ama doğru olan hangi açıdır?

Birden çok biçim vardır, hangi biçim daha çok dikkat çeker?

Birden çok renk vardır, hangi renk daha çarpıcıdır?

İfadenin ya da hareketin hangi anı çok daha belirgindir?

Hangi zaman, hangi mekân fotoğraf için daha uygundur?

Hangi ışık konumuzu daha iyi aydınlatarak daha farklı hale getirir?

Satrançta taşları sayısız ihtimallerle oynamak mümkündür. Her hamle sizi başka mecraların içine çeker. Yanlış bir hamle hiç ummadığınız bir anda mat olmanıza yol açabileceği gibi, doğru hamleler sizi unutulmaz zaferlere götürür. Sayısız hamle ihtimallerinin içinde en doğrusunu düşünüp karar vermeniz gerekir.

Fotoğraf için de öyle değil mi? Görüntüyü almanın sayısız ihtimallerinin içinden en doğrusuna karar verebiliyorsanız iyi fotoğrafı elde etmiş olursunuz. Yoksa çektiğiniz fotoğrafın o an çekilmekte olan milyonlarca sıradan ve benzer fotoğrafla hiçbir farkı kalmaz.
Mademki fotoğraf bir “Görsel kurgu sistemidir” o halde bu sistem kurgusal akış doğrultusunda içinde sayısız ihtimalleri de barındırır.

Yazmak da öyle değil mi? O da sayısız ihtimaller üzerine kuruludur. Bu durum aslında sanatı tekdüze olmaktan da çıkarır ve sonsuz seçenekler içine sokar.Eğer böyle olmasaydı yapılan işler, yazılan yazılar ve çekilen fotoğraflar birbirinin birer kopyası olmaz mıydı?

Fotoğrafı birbirinin çok benzeri olmaktan çıkaran da sayısız ihtimallere çok açık olmasıdır. Hiç kimse bir başka fotoğrafın aynısını çekemez.Hiçbir fotoğraf diğerinin benzeri değildir. Çünkü her şeyden önce fotoğrafın diğer boyutu zaman işin içine girer. O artık başka zamanda çekilmiş bir fotoğraftır. Benzediği sanılan fotoğraflarda bile küçük ayrıntılar ve nüanslar vardır. Bu durum onları farklı kılar.

Nasıl ki satrançta her kişinin kendine has sayısız hamle alternatifi varsa, her fotoğrafçının da kendine has görüntü seçme biçimi, tarzı, beğenisi ve bu doğrultuda ihtimalleri vardır. Bu ihtimallerin çokluğu da görsel ufkumuzu zenginleştirir, fotoğrafçılarda farklı akımların doğmasına yol açar.

Fotoğrafı farklı kılan beklide bu ihtimallerin sonsuzluğudur. Çünkü bu ihtimallerdeki seçicilik fotoğrafçının tarzını da oluşturur.

Fotoğrafçı; dijital dünyanın, fotoğraf dünyasını alabildiğine yaygınlaştırdığı günümüzde bakanın duygularını mat edecek görsel arayışlar içinde olmak zorundadır.

Sabırlı, araştırmacı, farklı, dikkatli ve ihtimallerle dolu bir gözlem gücü deklanşöre basma anını, sonu zaferle sonuçlanacak keyifli ve heyecan verici bir “şah” çekmeye dönüştüreceği de unutulmamalıdır.





6 Haziran 2015 Cumartesi

FOTOĞRAFIN PAYLAŞIMI VE İNTERNET


Hep söylerim, “Fotoğraf dışa dönüklüğün sanatıdır.” diye.
Siz hiç fotoğraf çekip de sadece kendi iç dünyasında bunu yaşayan bir fotoğrafçı gördünüz mü? Çektiğini başkalarına göstermeyen, onlarla paylaşmayan ve o fotoğrafın güzel olması ile ilgili birkaç söz duymak istemeyen bir fotoğrafçıyla karşılaştınız mı?
Bu nedenle fotoğrafçı dışa dönüktür, fotoğrafçı sosyaldir. Hiçbir sanat uğraşısında fotoğrafta olduğu kadar bu duygu üst seviyede değildir. Bu nedenle en çok fotoğrafçıların dernekleri, toplulukları, grupları vardır. En çok onlar toplu gezilere çıkarlar, toplu olarak bir arada bulunurlar, toplu olarak tartışırlar ve fotoğrafı toplu olarak paylaşırlar.
İnternetteki fotoğraf paylaşım sitelerinin çokluğunun farkında mısınız? Her gün bu sitelere bir yenisi ekleniyor. Her birinin on binleri aşan üyesi bulunuyor. Her birinde onlarca, yüzlerce fotoğraf hızla akıyor. İnsanlar bıkmadan usanmadan bu fotoğrafları izliyor, değerlendiriyor, yorumluyor ve puanlıyor. Sadece paylaşım siteleri mi? Facebook ve İnstagram gibi mecralara ne demeli? Toplumun her kesiminden, fotoğraf bilgisi olsun olmasın yediden yetmişe her kes her an çekmiş olduğu her tür fotoğrafla arzı endam ediyor bilgisayarlarımızın ekranlarına.
İnternet fotoğraftaki paylaşım duygusunu en üst seviyeye çıkarmıştır. Üstelik bu işi yaparken sınırları ortadan kaldırmıştır. Dünyanın her yerinden, her fotoğraf sever, www.ların sihirli platformlarında bir araya geliyor. Sadece fotoğrafı değil bilgisini ve deneyimini paylaşıyor.
Çok değil, daha 8-10 yıl önce bir fotoğraf yayınına ulaşabilmek için ne kadar da zorlanırdık. Bilgiye ulaşmak ne kadar da zordu… Oysa şimdi? Yaz merak ettiğin konuyu arama motorlarına, birkaç saniye sonra tüm detayları ile bu bilgilerle baş başasın. Ya sitelerin forum sayfalarına ne demeli? Yüzlerce konu başlığında yapılan tartışmalar ve fikir alışverişleri! “Falan marka makine almak istiyorum. Ne dersiniz? Neler önerirsiniz?” başlığı ile açılan forumlara anında akan onlarca bilgi ve deneyim notu.
İnternet kuşağı o nedenle ne kadar da şanslı! Ne kadar da çabuk eğitiyorlar internet sayesinde kendilerini. Sorularına gelen cevaplar ve paylaşım isteği ile dolu deneyim notları nasıl da onları bilgi ve gelişimin sonsuz dalgaları içinde yüzen keyifli teknelere dönüştürüyor.
Fotoğraf bir paylaşımdır. Paylaşılamayan fotoğrafın tadı da yoktur anlamı da… İnternet bu paylaşımı, albümlerden, kitaplardan ve galerilerden çıkarıp evrenselleştirmiştir. Dijital fotoğrafçılık ve internet. Birbirini tamamlayan, bütünleyen ve teşvik eden, teknolojinin iki kardeşi. 1826 yılında Jozeph Niepce, kurşun kalay karışımı plakanın üzerinde beliren ilk kalıcı görüntüyü 8 saatte elde etmişti. Şimdi 1/8000 enstantane hızını çoktan aşan makinelerimizin son model sensorları üzerine düşen ışık hızındaki görüntülerin, dünyadaki diğer fotoğraf severlerle buluşmasının süresi saliselerden öteye geçmiyor.
Baş döndürücü bu hız aynı zamanda büyük heyecan veriyor. Her ne kadar aynı zamanda limitleri zorlayan bu fotoğraf üretimi bir görüntü çöplüğü korkusunu da beraberinde getirse de bu heyecan üretimi arttırıyor, kaliteyi yükseltiyor ve olağanüstü görüntüler bilgisayarımızın monitörlerinden taşıp beyin kıvrımlarımızdaki yerini alıyor.
Hep derim; fotoğraf dışa dönüklüğün, sosyalliğin sanatıdır diye… Bu sosyallik ve paylaşım duygusu albümleri, sergi salonlarını, kentleri ve daha doğrusu sınırları aştı. Onlarca paylaşım sitesinde ve sosyal medyada akıp giden binlerce fotoğraf izleniyor, beğeniliyor, eleştiriliyor, yorumlanıyor. Kabul edelim ya da etmeyelim, bu kitlesel dönüşüm ister istemez fotoğraf paylaşımımızın sınırlarını zorluyor. Artık fotoğraflar dar alanda kısa paslaşmalardan öte, binlerce kişinin oluşturduğu geniş jüri kitlesinin karşısına çıkıyor ve bütün endamıyla boy gösteriyor.

Dijital fotoğrafçılık ve internet, fotoğraf anlayışımızın ufuklarını açıyor ve piksellerin kardeşliği tüm dünyayı fotoğrafın sonsuz paylaşımında hızlı ve heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor

FOTOĞRAFIN SESSİZLİĞİ

      Bil Jay, “Fotoğrafçı Olmak Üzerine” adlı kitabında Magnum’un efsanevi fotoğrafçılarından yakın arkadaşı David Hurn için şunları yazar.
     “Diyelim ki David Hurn’u çektiği bir fotoğrafın içindesiniz; muhtemelen onu fark etmeyeceksiniz. O bir bukalemun gibi ortama uyum sağlar; ya bir sosyete düğününün konuğudur, ya da işçi sınıfından bir piknikçi. Poz verdirmez, insanı ileri geri itip kalkmaz, bir dizi hareket yaratmaz; sakindir, herkesten biridir, içeriden, sessiz biri. Fakat biri sizi dürter ve şöyle der: “O, fotoğrafçı David Hurn”. Gider tanışırsınız ve doğuştan utangaç birinin içten tebessümü ve heyecanı ile dolu olduğunu görürsünüz”.
      Evet, David Hurn, herkesten biridir. İçeriden ve sessiz biri… Kitabı ilk okuduğumda bu paragrafın üzerinde çok düşündüğümü hatırlıyorum. Özellikle içeriden ve sessiz biri olma kavramının üzerinde çok düşündüm. Çoğu fotoğrafçı fotoğraf makinesinin deklanşörünün sessizliğiyle övünür. Leica’ların en büyük özelliklerinden biri deklanşörünün son derece sessiz çalışmasıdır. Bu özellik bu makineleri son derece sessiz ve dikkat gerektiren ortamların seçkin prensleri haline getirir.
      Bundan yıllar önce birkaç fotoğrafçı arkadaşımla, bir klasik müzik konserini fotoğraflamaya gittiğimizde yaşadıklarımızı yüzüm kızararak hatırlıyorum… Salonun 4 ayrı yerine konuşlanan tripotlarımızın üzerindeki makinelerden yankılanan deklanşör sesleri, nasıl da derin sessizlik içinde melodilerin büyüleyici etkisi altındaki bir iki izleyicinin tepkisi ile yüzümüze çarpan ve unutamayacağımız bir tokada dönüşmüştü. İşte Leica’nın sessizliği bu tür ortamların cankurtaran simididir.
      Ya fotoğrafçının sessizliği? İşte konumuz budur aslında. Günümüzde bulundukları ortamlarda dikkat ve ilgiyi üzerlerine çekmekten hoşlanan gösteriş meraklısı fotoğrafçıları gördükçe David Hurn gibi ustaları hatırlamamız gerekir. Hani bilmem kaç milyon pikselli makineleri, bilmem kaç mm odak uzaklığındaki objektifleri, tripotları, monopotları ile saniyede bilmem kaç kare çeken makinesi ile seri çekimle dikkatleri üzerine toplayanlar. Sonra dönüp dolaşıp “Şu insan fotoğraflarında istediğim sonucu bir türlü alamıyorum, ne yapmam lazım?” diyenler.
İyi fotoğrafçı kendisini fark ettirmeyen, ortama çabuk uyum sağlayan, dikkatleri üzerine çekmeyen ve sessiz çalışmasını becerebilen fotoğrafçıdır. İyi fotoğraflar da bu tür çalışmaların ürünü olarak karşımıza çıkarlar.
      Farkında mısınız; dijital fotoğrafçılık geleneksel anlayışların kalelerini yerle bir ettikçe, yeni ve kaliteli bir fotoğraf anlayışının yanında farklı fotoğrafçı tipleri de karşımıza çıkmaya başladı. Kendisini hemen fark ettiren, ortama uyum sağlamakta zorlanan ve alabildiğine gürültülü çalışan ve bunu bir maharet olarak çevresine aksettiren fotoğrafçılar bunlar.
      Sadece fiziksel anlamda değil, sosyal ve anlayış olarak da gürültücüdürler. Herketsen önce topa dalıp tartışmaların içinde olurlar, bir iki fotoğrafla öne çıkıp ahkâm keserler, web sitelerinin forum sayfalarındaki tartışmalara balıklamasına dalarlar, gördükleri her fotoğrafa fütursuzca eleştiri yapar ve kimseyi kolay kolay beğenmezler. Fotoğrafçının fotoğrafı konuşmalı, projeleri gürültü çıkarmalıdır. 
      Bil Jay’ın, ünlü usta Hurn’la ilgili düşüncelerinin devamıyla yazımı noktalayayım: “Tuhaf ama gerçek. Tüm dünyasına ve dünya çapındaki deneyimlerine rağmen David Hurn, birçok fotoğrafçı gibi çekingen biridir. Güçsüzlük gibi görünen bu özelliğini güce dönüştürmeyi başarmıştır. İnsanlardan hoşlanır ve fotoğraf makinesi sayesinde onlarla bağlantı kurar, hem de makinenin arkasında saklanmaya devam eder”.

17 Temmuz 2014 Perşembe

DİJİTAL FOTOĞRAF KENDİ KÜLTÜRÜNÜ YARATTI

Hiç şüphe yok ki, genel olarak kültür ya da özelde popüler kültür hakkında sayısız tanım yapılmış, binlerce söz söylenmiş ve makaleler yazılmıştır.

Türk Dil Kurumu, popüler kültürü şu şekilde tanımlar: “Belli bir dönem için geçerli olan, hızlı üretilen ve hızlı tüketilen kültürel ögelerin bütünü”. Ekşi Sözlük’te de çok daha çarpıcı bir tanım çıktı karşıma… “Kendi yarattığı tanrıları, kendi öldürerek beslenen kültür”…

Bu tanım popüler kültür kadar, günümüz fotoğrafının ulaştığı son durumu anlatmıyor mu bizlere?
Evet, günümüz dijital fotoğrafçılığın da kültürü bu, her gün yeni bir tanrı yaratıyor, bir öncekini yok ediyoruz…

Kendine özgü yapısıyla fotoğraf tarihinde çığır açan dijital fotoğrafçılığın ne olup olmadığını hiç şüphe yok ki biz film kuşağından yetişenler çok daha iyi anlayıp yorumlayabiliyoruz.

Fotoğrafın 170 yıllık tarihinde ağır aksak yoluna devam eden bu alandaki teknolojik gelişmeler, dijital bilimin ışığında inanılmaz değişim ve dönüşümler yaşamaya başladı. Bu hızlı ve şaşırtan gelişme sonu olmayan dip dalgalarıyla bizi sarıp sarmalamaya devam ediyor.

Şu an bir fotoğrafı çekip, işleyip, dünyanın öteki ucuna ışık hızı ile yollamamız, çok değil 15 yıl öncesinin, biten filmi geri sarıp makineden çıkarma süresinden çok daha hızlı hale gelmiştir.

Hiç unutmuyorum… 1985 yılı olmalıydı. Hürriyet Gazetesi’nin Bitlis muhabiriydim. Seçim gezisine çıkmış Erdal İnönü’nün iyi bir fotoğrafını istemişti gazetem benden. Ne yapıp edip Rahva geçidinde İnönü’yü aracından indirip karlar içinde fotoğrafını çekmiştim. Böyle bir fotoğraf çektiğimi duyan gazete yöneticileri bu fotoğrafı kullanmak için baskıyı bile durdurmuşlardı. Ben kiraladığım taksiyle banyosunu dahi yaptırmadığım filmi 4 saate Diyarbakır’a yetiştirmiştim.

Henüz kar beyazında fotoğraf çekme deneyimim olmadığından İnönü’nün yüzünün kullanılmayacak kadar simsiyah çıktığı fotoğrafım gazetede o gün büyük bir krize yol açmış ve ben de büro şefim Talat Polat’tan okkalı bir fırça yeyince, kariyerimle ilgili hayallerim o gün yerle bir olmuştu. Bilgi ve deneyimsizliğimin kurbanı olup çıkıvermiştim.

Çünkü makinem filmli bir makineydi. Pozometresi çalışmıyordu… Yandan zaman zaman ışık alıp filmi karartıyordu ve ben bunu önlemek için makinenin kapağını kat be kat siyah bantla sarmak zorunda kalıyordum. Filmi takıp çıkarırken de o bantları söküp tekrar yapıştırmak o zamanın imkansızlıklar içindeki fotoğraf kültürünün trajikomik hikayesiydi sanki.

Oysa şimdi çekmiş olsaydım ben o fotoğrafı, makinemin ekranında hemen izler, hatalı çekimi anında görüp telafi edebilirdim. Veya yanımda taşıdığım bilgisayarla hatamı anında düzeltebilir, daha Erdal İnönü’nün aracı gözden kaybolmadan ben fotoğrafımı internet üzerinden sağlıklı bir şekilde, bırakalım Diyarbakır’ı İstanbul'daki gazete merkezindeki yazı işleri masasına ulaştırırdım.

Hatta bırakalım makineyi, akıllı cep telefonumun bilmem kaç mega pikselli kamerasıyla çektiğim fotoğrafı allayıp pullayıp yine ışık hızında yollardım yer yüzünün herhangi bir noktasına….
Nereden, nereye geldik?

İşte dağlar tepeler dolaşıp, boş, yanmış veya hatalı çekimlerin olduğu filmleri makinelerinden çıkarmayı yaşamayanlar bu dijital devrimin ne olduğunu pek kavrayamazlar…
İşte bu hızlı değişim ve dönüşüm dijital teknolojinin kendine özgü hızlı üretilip aynı hızda tüketilebilen kültürünü yarattı.

Kendi yarattığı tanrıları en fazla 1-2 yıl içinde yok eden ve ardından yeni tanrılara tapınan bir kültür tsunamisiyle iç içeyiz. Bu dalgalar geliyorlar, etkiliyorlar ve yerlerini daha güçlü olanlarına bırakmak üzere geri çekiliyorlar.

Makineler, sensorlar, pikseller, iso hızları ve işlemciler hızla geliştikçe, ardına düşen milyonlarca fotoğraf sevdalısı tam yakaladığını sandığı anda bir anda fersah fersah uzağına düştüğü baş döndürücü bir teknolojik yarışın hiç bitmeyecek yüz metrelerini koşmaya çalışıyorlar.

Ayılıp bayılarak aldığımız en son model makinelerimizin bir iki yıl içinde dinozora dönüşmesine mi yanalım, yoksa çektiğimiz dünya güzeli fotoğraflarımızın bir tıkla bakılıp saniyeler içinde geçildiği hızlı görsel tüketime mi?

Günümüzde her geçen gün daha çok insan fotoğrafın sihirli dünyasıyla buluşuyor. Cep telefonlarının bile çok kaliteli kompakt makinelere dönüştüğü günümüzde yine her geçen gün daha çok fotoğraf çekiliyor ve zaman geçirilmeden paylaşılıyor. Çağımızın en önemli buluşlarından biri olan İnternet sayesinde önümüze açılan milyonlarca ışık yolundan gönderi veriyoruz bu fotoğrafları milyonlarca internet kullanıcısının önüne.

Sosyal medya alanları, kişisel web siteleri ve on binlerce fotoğrafçıyı buluşturan fotoğraf paylaşım siteleri bir anda fotoğrafın Kâbe’sine dönüşebiliyor. Bu merkez etrafında dönüp dolaşan, dolup boşalan birbirinden güzel ve çarpıcı milyonlarca fotoğrafın açılıp bakılması ve akılda kalma süresi saniyelerden öteye geçmiyor.

Onun dışında her fotoğraf çekiminde elde ettiğimiz binlerce fotoğrafın terabaytlık belleklerimizde nasıl da ayıklanamaz bir çöplüğe dönüşmesi de çabası..

O halde biz bu kısacık saniyeler için mi bunca iyi güzel ve pahalı makinelere yatırım yapıyoruz. Fotoğrafımız bir kaç saniyeliğine gözüksün diye mi bu uzun disiplin gerektiren meşakkatli yolculuğa çıkıyoruz?

***
Şimdi çok hızlı ulaştığımız, çok hızlı değerlendirdiğimiz ve çok hızlı tükettiğimiz bir fotoğraf kültürü ile karşı karşıyayız. Bu hız değişik ve zamanın ruhuna uygun fotoğrafçı biçimleri de karşımıza çıkarıyor.
Bu dünyaya pahalı makineleri ile hızla dalıp, “Bu kadar yatırım yaptık hala iyi fotoğraf çekemiyorum” deyip aynı hızla ortadan kaybolanların yanında, geçmişin 10-15 yılda ulaşılan kariyer yolunu bir iki yıl içinde kat edip yıldızlaşan yetenekleri de görüyor tanıyoruz.

Geçmişin ağır ustalarının yanında, hızlı, etkili ve çarpıcı genç ustaları da görebiliyoruz artık. Metropollerin sırça köşklerinde fotoğrafın sefasını süren bir avuç usta fotoğrafçı taşıdıkları bayrağı yurdun her köşesinde birer çiçek gibi açan dijital kültürün genç fotoğrafçılarına bırakıyor.

Ya manipülasyon kültürü?

Dijital fotoğrafın altın tepsi içinde getirip önümüze bıraktığı manipülasyon kültürü de somuttan soyuta geçişin kaliteli ve hızlı yolculuğuna çıkarıyor bizleri. 1858 yılında Henry Robinson tarihin ilk fotomontajını yapmak için kim bilir kaç gün karanlık odasındaki agrandizörünün başında uğraşıp durmuştu, kim bilir kaç deneme yapıp kaçını çöpe atmıştı…

Belgesel fotoğraf ve insan suretinin birebir elde edildiği fotoğraflar tarihte nasıl ki resmi özgürleştirip soyut betimlemelere itip onu somuttan soyuta geçişin en güzel örnekleri ile buluşturduysa, dijital fotoğraf, insan ruhunun derinliklerindeki soyut anlatma yöntemlerini de resim sanatının elinden alıyor.

Dijital fotoğrafın kendi kültürü ve bu kültürü hayal edilemeyecek noktalara taşıyan bilgisayar teknolojisi ve yazılım olanakları, insan hayalinin bin bir sezgi ve düşüncesini, fotografik malzemelerle soyut anlatım biçimlerine getirip gözlerimizin içine sokuyor.

Kim ne derse desin… Fotoğrafın genel anlamda kendine ait bir kültürü vardı. Dijital teknoloji bu kültür içinde büyük devrimlere yol açtı ve kendi popüler kültürünü yarattı.

Fotoğrafın 170 yıllık tarihinde yaratılan kültürün 160 yılı bir yanda on yılı ise diğer yandadır. Yeni popüler kültür kendi tanrılarını hızlı bir şekilde yaratmaya ve yok etmeye devam edecektir…

Enver ŞENGÜL