Hiç şüphe yok ki, genel olarak kültür ya da
özelde popüler kültür hakkında sayısız tanım yapılmış, binlerce söz söylenmiş
ve makaleler yazılmıştır.
Türk Dil Kurumu, popüler kültürü şu şekilde
tanımlar: “Belli bir dönem için geçerli olan, hızlı üretilen ve hızlı tüketilen
kültürel ögelerin bütünü”. Ekşi Sözlük’te de çok daha çarpıcı bir tanım çıktı
karşıma… “Kendi yarattığı tanrıları, kendi öldürerek beslenen kültür”…
Bu tanım popüler kültür kadar, günümüz
fotoğrafının ulaştığı son durumu anlatmıyor mu bizlere?
Evet, günümüz dijital fotoğrafçılığın da
kültürü bu, her gün yeni bir tanrı yaratıyor, bir öncekini yok ediyoruz…
Kendine özgü yapısıyla fotoğraf tarihinde
çığır açan dijital fotoğrafçılığın ne olup olmadığını hiç şüphe yok ki biz film
kuşağından yetişenler çok daha iyi anlayıp yorumlayabiliyoruz.
Fotoğrafın 170 yıllık tarihinde ağır aksak
yoluna devam eden bu alandaki teknolojik gelişmeler, dijital bilimin ışığında
inanılmaz değişim ve dönüşümler yaşamaya başladı. Bu hızlı ve şaşırtan gelişme
sonu olmayan dip dalgalarıyla bizi sarıp sarmalamaya devam ediyor.
Şu an bir fotoğrafı çekip, işleyip, dünyanın
öteki ucuna ışık hızı ile yollamamız, çok değil 15 yıl öncesinin, biten filmi
geri sarıp makineden çıkarma süresinden çok daha hızlı hale gelmiştir.
Hiç unutmuyorum… 1985 yılı olmalıydı.
Hürriyet Gazetesi’nin Bitlis muhabiriydim. Seçim gezisine çıkmış Erdal
İnönü’nün iyi bir fotoğrafını istemişti gazetem benden. Ne yapıp edip Rahva
geçidinde İnönü’yü aracından indirip karlar içinde fotoğrafını çekmiştim. Böyle
bir fotoğraf çektiğimi duyan gazete yöneticileri bu fotoğrafı kullanmak için
baskıyı bile durdurmuşlardı. Ben kiraladığım taksiyle banyosunu dahi
yaptırmadığım filmi 4 saate Diyarbakır’a yetiştirmiştim.
Henüz kar beyazında fotoğraf çekme deneyimim
olmadığından İnönü’nün yüzünün kullanılmayacak kadar simsiyah çıktığı
fotoğrafım gazetede o gün büyük bir krize yol açmış ve ben de büro şefim Talat
Polat’tan okkalı bir fırça yeyince, kariyerimle ilgili hayallerim o gün yerle
bir olmuştu. Bilgi ve deneyimsizliğimin kurbanı olup çıkıvermiştim.
Çünkü makinem filmli bir makineydi.
Pozometresi çalışmıyordu… Yandan zaman zaman ışık alıp filmi karartıyordu ve
ben bunu önlemek için makinenin kapağını kat be kat siyah bantla sarmak zorunda
kalıyordum. Filmi takıp çıkarırken de o bantları söküp tekrar yapıştırmak o
zamanın imkansızlıklar içindeki fotoğraf kültürünün trajikomik hikayesiydi
sanki.
Oysa şimdi çekmiş olsaydım ben o fotoğrafı,
makinemin ekranında hemen izler, hatalı çekimi anında görüp telafi edebilirdim.
Veya yanımda taşıdığım bilgisayarla hatamı anında düzeltebilir, daha Erdal
İnönü’nün aracı gözden kaybolmadan ben fotoğrafımı internet üzerinden sağlıklı
bir şekilde, bırakalım Diyarbakır’ı İstanbul'daki gazete merkezindeki yazı
işleri masasına ulaştırırdım.
Hatta bırakalım makineyi, akıllı cep
telefonumun bilmem kaç mega pikselli kamerasıyla çektiğim fotoğrafı allayıp
pullayıp yine ışık hızında yollardım yer yüzünün herhangi bir noktasına….
Nereden, nereye geldik?
İşte dağlar tepeler dolaşıp, boş, yanmış veya
hatalı çekimlerin olduğu filmleri makinelerinden çıkarmayı yaşamayanlar bu
dijital devrimin ne olduğunu pek kavrayamazlar…
İşte bu hızlı değişim ve dönüşüm dijital
teknolojinin kendine özgü hızlı üretilip aynı hızda tüketilebilen kültürünü
yarattı.
Kendi yarattığı tanrıları en fazla 1-2 yıl
içinde yok eden ve ardından yeni tanrılara tapınan bir kültür tsunamisiyle iç
içeyiz. Bu dalgalar geliyorlar, etkiliyorlar ve yerlerini daha güçlü olanlarına
bırakmak üzere geri çekiliyorlar.
Makineler, sensorlar, pikseller, iso hızları
ve işlemciler hızla geliştikçe, ardına düşen milyonlarca fotoğraf sevdalısı tam
yakaladığını sandığı anda bir anda fersah fersah uzağına düştüğü baş döndürücü
bir teknolojik yarışın hiç bitmeyecek yüz metrelerini koşmaya çalışıyorlar.
Ayılıp bayılarak aldığımız en son model
makinelerimizin bir iki yıl içinde dinozora dönüşmesine mi yanalım, yoksa
çektiğimiz dünya güzeli fotoğraflarımızın bir tıkla bakılıp saniyeler içinde
geçildiği hızlı görsel tüketime mi?
Günümüzde her geçen gün daha çok insan
fotoğrafın sihirli dünyasıyla buluşuyor. Cep telefonlarının bile çok kaliteli
kompakt makinelere dönüştüğü günümüzde yine her geçen gün daha çok fotoğraf
çekiliyor ve zaman geçirilmeden paylaşılıyor. Çağımızın en önemli buluşlarından
biri olan İnternet sayesinde önümüze açılan milyonlarca ışık yolundan gönderi veriyoruz bu fotoğrafları milyonlarca internet kullanıcısının önüne.
Sosyal medya alanları, kişisel web siteleri
ve on binlerce fotoğrafçıyı buluşturan fotoğraf paylaşım siteleri bir anda
fotoğrafın Kâbe’sine dönüşebiliyor. Bu merkez etrafında dönüp dolaşan, dolup
boşalan birbirinden güzel ve çarpıcı milyonlarca fotoğrafın açılıp bakılması ve
akılda kalma süresi saniyelerden öteye geçmiyor.
Onun dışında her fotoğraf çekiminde elde
ettiğimiz binlerce fotoğrafın terabaytlık belleklerimizde nasıl da ayıklanamaz
bir çöplüğe dönüşmesi de çabası..
O halde biz bu kısacık saniyeler için mi
bunca iyi güzel ve pahalı makinelere yatırım yapıyoruz. Fotoğrafımız bir kaç
saniyeliğine gözüksün diye mi bu uzun disiplin gerektiren meşakkatli yolculuğa
çıkıyoruz?
***
Şimdi çok hızlı ulaştığımız, çok hızlı
değerlendirdiğimiz ve çok hızlı tükettiğimiz bir fotoğraf kültürü ile karşı
karşıyayız. Bu hız değişik ve zamanın ruhuna uygun
fotoğrafçı biçimleri de karşımıza çıkarıyor.
Bu dünyaya pahalı makineleri ile hızla dalıp,
“Bu kadar yatırım yaptık hala iyi fotoğraf çekemiyorum” deyip aynı hızla ortadan
kaybolanların yanında, geçmişin 10-15 yılda ulaşılan kariyer yolunu bir iki yıl
içinde kat edip yıldızlaşan yetenekleri de görüyor tanıyoruz.
Geçmişin ağır ustalarının yanında, hızlı,
etkili ve çarpıcı genç ustaları da görebiliyoruz artık. Metropollerin sırça
köşklerinde fotoğrafın sefasını süren bir avuç usta fotoğrafçı taşıdıkları
bayrağı yurdun her köşesinde birer çiçek gibi açan dijital kültürün genç
fotoğrafçılarına bırakıyor.
Ya manipülasyon kültürü?
Dijital fotoğrafın altın tepsi içinde getirip
önümüze bıraktığı manipülasyon kültürü de somuttan soyuta geçişin kaliteli ve
hızlı yolculuğuna çıkarıyor bizleri. 1858 yılında Henry Robinson tarihin ilk
fotomontajını yapmak için kim bilir kaç gün karanlık odasındaki agrandizörünün
başında uğraşıp durmuştu, kim bilir kaç deneme yapıp kaçını çöpe atmıştı…
Belgesel fotoğraf ve insan suretinin birebir
elde edildiği fotoğraflar tarihte nasıl ki resmi özgürleştirip soyut
betimlemelere itip onu somuttan soyuta geçişin en güzel örnekleri ile
buluşturduysa, dijital fotoğraf, insan ruhunun derinliklerindeki soyut anlatma
yöntemlerini de resim sanatının elinden alıyor.
Dijital fotoğrafın kendi kültürü ve bu
kültürü hayal edilemeyecek noktalara taşıyan bilgisayar teknolojisi ve yazılım
olanakları, insan hayalinin bin bir sezgi ve düşüncesini, fotografik
malzemelerle soyut anlatım biçimlerine getirip gözlerimizin içine sokuyor.
Kim ne derse desin… Fotoğrafın genel anlamda
kendine ait bir kültürü vardı. Dijital teknoloji bu kültür içinde büyük
devrimlere yol açtı ve kendi popüler kültürünü yarattı.
Fotoğrafın 170 yıllık tarihinde yaratılan
kültürün 160 yılı bir yanda on yılı ise diğer yandadır. Yeni popüler kültür
kendi tanrılarını hızlı bir şekilde yaratmaya ve yok etmeye devam edecektir…
Enver ŞENGÜL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder