19 Haziran 2015 Cuma

FOTOĞRAFTA ÖLÜMSÜZLÜĞÜN MUCİZESİ VAR

“Fotoğraf doğumla başlar. Ölümden sonra da vardır”

Sevgili dostum Alberto Modiano “Fotoğraf Tarihine Giriş” kitabının önsözünü, çok hoşuma giden bu sözle sonuçlandırır.

Aslında biz fotoğrafçılar hayatı ölümsüzleştiren bir güce sahibiz. Birçoğumuz bu önemli gücün farkında değiliz ama öyleyiz. Çektiğimiz her insanı, her olayı, her canlıyı ve her anı ölümsüzleştiriyoruz.

Fotoğraf insanlığın görsel tarihidir. İcadına kadar insanlar yazarak, resmederek veya sözlü kültürle olup biteni sonraki kuşaklara aktarmışlardır.

Fotoğrafla birlikte yaşananlar doğrudan görüntülenmeye başlanmış ve bu kopya ile olayları, insanları, çevreyi, doğayı ve olup biten her şeyi birebir belgelemek mümkün olabilmiştir.

***

Birçoğumuz son dönemlerde dijital dünyanın parlak ışıltıları altında gözlerimiz kamaşmış bir şekilde ilerlemeye çalışırken, fotoğrafın bu önemli boyutunu ıskalıyoruz ne yazık ki.

Fotoğraf, 180 yıllık bir geçmişe sahip.

İlk kalıcı görüntü Niepce tarafından 8 Aralık 1827’de İngiltere’deki Royal Society’ye bildirilirken aslında tarihsel sebeplerin vardığı bir sonuçtu bu. Bir yönü ile fotoğrafın başlangıcı olarak kabul edilen bu olay, aslında Rönesans ile birlikte başlayan gelişmelerin ve insanlık tarihinin bin yıllık görüntüyü sabitleme merakının bir sonucuydu.

Her sonuç da yeni bir gelişimin doğumu değil midir?

Aristo M.Ö. 4. yy. da kendi yöntemleriyle ışığın etkilerini araştırmaya başladığında da belki de bir sonuca varmıştı. Ama o sonuç ışığın ve optiğin binlerce yıllık serüveninin bir başlangıcıydı.
Camera Obscura, Camera Lucida, kimyasal, fiziksel ve sayısal gelişmeler…

Sonunda vardığımız dijital çağ ve daha doğrusu dijitalin hayallerimizin sınırını aşan inanılmaz mucizesi.

***

Evet, ne yaparsak yapalım 180 yıldır şöyle veya böyle fotoğraflar çekiliyor, basılıyor, biriktiriliyor ve saklanıyor.

Yine 180 yıldır insanlık tarihinin görsel belleği fotoğraf olarak arşivlerde.  Artık fotoğraflanıyor ve tarihin sayfalarında bu fotoğraflar yer alıyor. Yok olup giden eski kuşaklar yerini yeni ve dijital kuşağa bırakıyor.

İnsanlar ölüp gidiyor, ama fotoğrafları yaşıyor. Kentlerin yıllar öncesindeki halleri yok olup gitti ama fotoğraflarda yaşıyor. 180 yıldır var olan çok şey yok olup gitti ama tüm bunlar yine fotoğraflarda duruyor.

Daha doğrusu fotoğraf karesinde yer alanlar şanslılardı ve onlar ölümsüzleştiler. Diğerleri unutulmuşluğun tozlu sayfalarında kaybolup gittiler.

Eski kuşaklar için bir fotoğrafta yer alıp ölümsüzleşmenin önemini şimdi anlıyoruz. Mesela benim ailemde büyük dedelerimin ve ninelerimin fotoğrafı hiç çekilmemiş. Aile arşivimizdeki en eski fotoğraf anneannem ve dedeme ait.

Babamın babasının nasıl biri olduğunu hiç bilmiyorum çünkü fotoğrafı yok. Babam ve anneme dair fotoğrafları da ancak ben çekebildim ayrıntılı olarak.

Kendi fotoğraflarıma gelince… En eski fotoğrafım ilkokul 5. sınıfa ait. Öğretmenimizle birlikte çektirdiğimiz toplu bir sınıf fotoğrafı. Onda da nokta gibi görünüyorum zaten. Öncesi yok.
O nedenle son yüz yıldır soy ağaçlarındaki her ferdin fotoğraflarına sahip olan aileleri çok kıskanırım. Geçmişlerini fotoğraflarla biliyorlar, tanıyorlar ve yaşatıyorlar.

***

Evet, “Fotoğraf doğumla başlar, ölümden sonra da vardır”  ve biz fotoğrafçılar tarihe kalıcı belgeler ve görüntülerden oluşan kayıtlar düşürmeye ve ölümden sonra da yaşatmaya devam ediyoruz.

İyi ki fotoğraf var ve iyi ki biz fotoğrafçılar hayatı ölümsüzleştirmenin gücüne sahibiz.

12 Haziran 2015 Cuma

FOTOĞRAF: SAYISIZ İHTİMALLER SANATI


“Fotoğraf bir görsel kurgu sistemidir. Özüne indiğimizde bir insanın doğru zamanda ve doğru yerde dururken görüş ufkunun bir kısmını bir çerçeveye alma meselesidir. Satranç ya da yazmak gibi fotoğraf da, verili ihtimaller arasında seçim yapmakla ilgili bir konudur. Sadece fotoğraf söz konusu olduğunda bu ihtimaller sayılı değil sonsuzdur.”

Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabında John Szarkowski’den yapmış olduğu bu alıntı aslında fotoğraf üzerine çok derin ipuçları vermektedir.

Bu tanımdan yola çıkarak, fotoğrafa sonsuz ihtimaller sanatıdır da diyebiliriz. Çevremize durup baktığımızda hızla akan hayatın içinden yeri zamanı, açıyı, rengi, biçimi, estetiği seçmek sonsuz ihtimallere açık bir konudur.

Çekim anında birden çok açı vardır, ama doğru olan hangi açıdır?

Birden çok biçim vardır, hangi biçim daha çok dikkat çeker?

Birden çok renk vardır, hangi renk daha çarpıcıdır?

İfadenin ya da hareketin hangi anı çok daha belirgindir?

Hangi zaman, hangi mekân fotoğraf için daha uygundur?

Hangi ışık konumuzu daha iyi aydınlatarak daha farklı hale getirir?

Satrançta taşları sayısız ihtimallerle oynamak mümkündür. Her hamle sizi başka mecraların içine çeker. Yanlış bir hamle hiç ummadığınız bir anda mat olmanıza yol açabileceği gibi, doğru hamleler sizi unutulmaz zaferlere götürür. Sayısız hamle ihtimallerinin içinde en doğrusunu düşünüp karar vermeniz gerekir.

Fotoğraf için de öyle değil mi? Görüntüyü almanın sayısız ihtimallerinin içinden en doğrusuna karar verebiliyorsanız iyi fotoğrafı elde etmiş olursunuz. Yoksa çektiğiniz fotoğrafın o an çekilmekte olan milyonlarca sıradan ve benzer fotoğrafla hiçbir farkı kalmaz.
Mademki fotoğraf bir “Görsel kurgu sistemidir” o halde bu sistem kurgusal akış doğrultusunda içinde sayısız ihtimalleri de barındırır.

Yazmak da öyle değil mi? O da sayısız ihtimaller üzerine kuruludur. Bu durum aslında sanatı tekdüze olmaktan da çıkarır ve sonsuz seçenekler içine sokar.Eğer böyle olmasaydı yapılan işler, yazılan yazılar ve çekilen fotoğraflar birbirinin birer kopyası olmaz mıydı?

Fotoğrafı birbirinin çok benzeri olmaktan çıkaran da sayısız ihtimallere çok açık olmasıdır. Hiç kimse bir başka fotoğrafın aynısını çekemez.Hiçbir fotoğraf diğerinin benzeri değildir. Çünkü her şeyden önce fotoğrafın diğer boyutu zaman işin içine girer. O artık başka zamanda çekilmiş bir fotoğraftır. Benzediği sanılan fotoğraflarda bile küçük ayrıntılar ve nüanslar vardır. Bu durum onları farklı kılar.

Nasıl ki satrançta her kişinin kendine has sayısız hamle alternatifi varsa, her fotoğrafçının da kendine has görüntü seçme biçimi, tarzı, beğenisi ve bu doğrultuda ihtimalleri vardır. Bu ihtimallerin çokluğu da görsel ufkumuzu zenginleştirir, fotoğrafçılarda farklı akımların doğmasına yol açar.

Fotoğrafı farklı kılan beklide bu ihtimallerin sonsuzluğudur. Çünkü bu ihtimallerdeki seçicilik fotoğrafçının tarzını da oluşturur.

Fotoğrafçı; dijital dünyanın, fotoğraf dünyasını alabildiğine yaygınlaştırdığı günümüzde bakanın duygularını mat edecek görsel arayışlar içinde olmak zorundadır.

Sabırlı, araştırmacı, farklı, dikkatli ve ihtimallerle dolu bir gözlem gücü deklanşöre basma anını, sonu zaferle sonuçlanacak keyifli ve heyecan verici bir “şah” çekmeye dönüştüreceği de unutulmamalıdır.





6 Haziran 2015 Cumartesi

FOTOĞRAFIN PAYLAŞIMI VE İNTERNET


Hep söylerim, “Fotoğraf dışa dönüklüğün sanatıdır.” diye.
Siz hiç fotoğraf çekip de sadece kendi iç dünyasında bunu yaşayan bir fotoğrafçı gördünüz mü? Çektiğini başkalarına göstermeyen, onlarla paylaşmayan ve o fotoğrafın güzel olması ile ilgili birkaç söz duymak istemeyen bir fotoğrafçıyla karşılaştınız mı?
Bu nedenle fotoğrafçı dışa dönüktür, fotoğrafçı sosyaldir. Hiçbir sanat uğraşısında fotoğrafta olduğu kadar bu duygu üst seviyede değildir. Bu nedenle en çok fotoğrafçıların dernekleri, toplulukları, grupları vardır. En çok onlar toplu gezilere çıkarlar, toplu olarak bir arada bulunurlar, toplu olarak tartışırlar ve fotoğrafı toplu olarak paylaşırlar.
İnternetteki fotoğraf paylaşım sitelerinin çokluğunun farkında mısınız? Her gün bu sitelere bir yenisi ekleniyor. Her birinin on binleri aşan üyesi bulunuyor. Her birinde onlarca, yüzlerce fotoğraf hızla akıyor. İnsanlar bıkmadan usanmadan bu fotoğrafları izliyor, değerlendiriyor, yorumluyor ve puanlıyor. Sadece paylaşım siteleri mi? Facebook ve İnstagram gibi mecralara ne demeli? Toplumun her kesiminden, fotoğraf bilgisi olsun olmasın yediden yetmişe her kes her an çekmiş olduğu her tür fotoğrafla arzı endam ediyor bilgisayarlarımızın ekranlarına.
İnternet fotoğraftaki paylaşım duygusunu en üst seviyeye çıkarmıştır. Üstelik bu işi yaparken sınırları ortadan kaldırmıştır. Dünyanın her yerinden, her fotoğraf sever, www.ların sihirli platformlarında bir araya geliyor. Sadece fotoğrafı değil bilgisini ve deneyimini paylaşıyor.
Çok değil, daha 8-10 yıl önce bir fotoğraf yayınına ulaşabilmek için ne kadar da zorlanırdık. Bilgiye ulaşmak ne kadar da zordu… Oysa şimdi? Yaz merak ettiğin konuyu arama motorlarına, birkaç saniye sonra tüm detayları ile bu bilgilerle baş başasın. Ya sitelerin forum sayfalarına ne demeli? Yüzlerce konu başlığında yapılan tartışmalar ve fikir alışverişleri! “Falan marka makine almak istiyorum. Ne dersiniz? Neler önerirsiniz?” başlığı ile açılan forumlara anında akan onlarca bilgi ve deneyim notu.
İnternet kuşağı o nedenle ne kadar da şanslı! Ne kadar da çabuk eğitiyorlar internet sayesinde kendilerini. Sorularına gelen cevaplar ve paylaşım isteği ile dolu deneyim notları nasıl da onları bilgi ve gelişimin sonsuz dalgaları içinde yüzen keyifli teknelere dönüştürüyor.
Fotoğraf bir paylaşımdır. Paylaşılamayan fotoğrafın tadı da yoktur anlamı da… İnternet bu paylaşımı, albümlerden, kitaplardan ve galerilerden çıkarıp evrenselleştirmiştir. Dijital fotoğrafçılık ve internet. Birbirini tamamlayan, bütünleyen ve teşvik eden, teknolojinin iki kardeşi. 1826 yılında Jozeph Niepce, kurşun kalay karışımı plakanın üzerinde beliren ilk kalıcı görüntüyü 8 saatte elde etmişti. Şimdi 1/8000 enstantane hızını çoktan aşan makinelerimizin son model sensorları üzerine düşen ışık hızındaki görüntülerin, dünyadaki diğer fotoğraf severlerle buluşmasının süresi saliselerden öteye geçmiyor.
Baş döndürücü bu hız aynı zamanda büyük heyecan veriyor. Her ne kadar aynı zamanda limitleri zorlayan bu fotoğraf üretimi bir görüntü çöplüğü korkusunu da beraberinde getirse de bu heyecan üretimi arttırıyor, kaliteyi yükseltiyor ve olağanüstü görüntüler bilgisayarımızın monitörlerinden taşıp beyin kıvrımlarımızdaki yerini alıyor.
Hep derim; fotoğraf dışa dönüklüğün, sosyalliğin sanatıdır diye… Bu sosyallik ve paylaşım duygusu albümleri, sergi salonlarını, kentleri ve daha doğrusu sınırları aştı. Onlarca paylaşım sitesinde ve sosyal medyada akıp giden binlerce fotoğraf izleniyor, beğeniliyor, eleştiriliyor, yorumlanıyor. Kabul edelim ya da etmeyelim, bu kitlesel dönüşüm ister istemez fotoğraf paylaşımımızın sınırlarını zorluyor. Artık fotoğraflar dar alanda kısa paslaşmalardan öte, binlerce kişinin oluşturduğu geniş jüri kitlesinin karşısına çıkıyor ve bütün endamıyla boy gösteriyor.

Dijital fotoğrafçılık ve internet, fotoğraf anlayışımızın ufuklarını açıyor ve piksellerin kardeşliği tüm dünyayı fotoğrafın sonsuz paylaşımında hızlı ve heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor

FOTOĞRAFIN SESSİZLİĞİ

      Bil Jay, “Fotoğrafçı Olmak Üzerine” adlı kitabında Magnum’un efsanevi fotoğrafçılarından yakın arkadaşı David Hurn için şunları yazar.
     “Diyelim ki David Hurn’u çektiği bir fotoğrafın içindesiniz; muhtemelen onu fark etmeyeceksiniz. O bir bukalemun gibi ortama uyum sağlar; ya bir sosyete düğününün konuğudur, ya da işçi sınıfından bir piknikçi. Poz verdirmez, insanı ileri geri itip kalkmaz, bir dizi hareket yaratmaz; sakindir, herkesten biridir, içeriden, sessiz biri. Fakat biri sizi dürter ve şöyle der: “O, fotoğrafçı David Hurn”. Gider tanışırsınız ve doğuştan utangaç birinin içten tebessümü ve heyecanı ile dolu olduğunu görürsünüz”.
      Evet, David Hurn, herkesten biridir. İçeriden ve sessiz biri… Kitabı ilk okuduğumda bu paragrafın üzerinde çok düşündüğümü hatırlıyorum. Özellikle içeriden ve sessiz biri olma kavramının üzerinde çok düşündüm. Çoğu fotoğrafçı fotoğraf makinesinin deklanşörünün sessizliğiyle övünür. Leica’ların en büyük özelliklerinden biri deklanşörünün son derece sessiz çalışmasıdır. Bu özellik bu makineleri son derece sessiz ve dikkat gerektiren ortamların seçkin prensleri haline getirir.
      Bundan yıllar önce birkaç fotoğrafçı arkadaşımla, bir klasik müzik konserini fotoğraflamaya gittiğimizde yaşadıklarımızı yüzüm kızararak hatırlıyorum… Salonun 4 ayrı yerine konuşlanan tripotlarımızın üzerindeki makinelerden yankılanan deklanşör sesleri, nasıl da derin sessizlik içinde melodilerin büyüleyici etkisi altındaki bir iki izleyicinin tepkisi ile yüzümüze çarpan ve unutamayacağımız bir tokada dönüşmüştü. İşte Leica’nın sessizliği bu tür ortamların cankurtaran simididir.
      Ya fotoğrafçının sessizliği? İşte konumuz budur aslında. Günümüzde bulundukları ortamlarda dikkat ve ilgiyi üzerlerine çekmekten hoşlanan gösteriş meraklısı fotoğrafçıları gördükçe David Hurn gibi ustaları hatırlamamız gerekir. Hani bilmem kaç milyon pikselli makineleri, bilmem kaç mm odak uzaklığındaki objektifleri, tripotları, monopotları ile saniyede bilmem kaç kare çeken makinesi ile seri çekimle dikkatleri üzerine toplayanlar. Sonra dönüp dolaşıp “Şu insan fotoğraflarında istediğim sonucu bir türlü alamıyorum, ne yapmam lazım?” diyenler.
İyi fotoğrafçı kendisini fark ettirmeyen, ortama çabuk uyum sağlayan, dikkatleri üzerine çekmeyen ve sessiz çalışmasını becerebilen fotoğrafçıdır. İyi fotoğraflar da bu tür çalışmaların ürünü olarak karşımıza çıkarlar.
      Farkında mısınız; dijital fotoğrafçılık geleneksel anlayışların kalelerini yerle bir ettikçe, yeni ve kaliteli bir fotoğraf anlayışının yanında farklı fotoğrafçı tipleri de karşımıza çıkmaya başladı. Kendisini hemen fark ettiren, ortama uyum sağlamakta zorlanan ve alabildiğine gürültülü çalışan ve bunu bir maharet olarak çevresine aksettiren fotoğrafçılar bunlar.
      Sadece fiziksel anlamda değil, sosyal ve anlayış olarak da gürültücüdürler. Herketsen önce topa dalıp tartışmaların içinde olurlar, bir iki fotoğrafla öne çıkıp ahkâm keserler, web sitelerinin forum sayfalarındaki tartışmalara balıklamasına dalarlar, gördükleri her fotoğrafa fütursuzca eleştiri yapar ve kimseyi kolay kolay beğenmezler. Fotoğrafçının fotoğrafı konuşmalı, projeleri gürültü çıkarmalıdır. 
      Bil Jay’ın, ünlü usta Hurn’la ilgili düşüncelerinin devamıyla yazımı noktalayayım: “Tuhaf ama gerçek. Tüm dünyasına ve dünya çapındaki deneyimlerine rağmen David Hurn, birçok fotoğrafçı gibi çekingen biridir. Güçsüzlük gibi görünen bu özelliğini güce dönüştürmeyi başarmıştır. İnsanlardan hoşlanır ve fotoğraf makinesi sayesinde onlarla bağlantı kurar, hem de makinenin arkasında saklanmaya devam eder”.