5 Mart 2016 Cumartesi

DARÜŞŞİFA DELİLİK MEVSİMİ ROMANINDAN ALINTILAR


Her şey bir yana, tüm olup bitecekleri asırlar öncesinden kesin olarak bilmek ve bunu işaretlerin diliyle  geleceğe aktarmak mümkün müydü? Olanları tekrar konuşup münakaşa ettiler. Hangi kahin, hangi müneccimbaşı, hangi tılsım yapan falcı bunu bilebildi? Kimdi tüm olacakları şifreli şekillerin içine gizleyen bu kitabın yazarı? Kimdi bu işaretlerin dilini çözüp şiirlere döken şair?


Güçten, kudretten, tüm asaletinden ve dünya nimetlerinden uzaklaşıp, maharetli nakkaşların oya gibi işlediği ulu kubbenin altında sadece bir kul olarak secdeye eğilecekti.


Bazen de bu hayaletin buz mavisi ışıklar içinde havaya yükselip kaybolduğunu uzun süre yeminler ederek anlatıp durdular.


Kim çağırmıştı? Hiçbir şey anlamıyordu. Hiç bir şey düşünemiyordu hatta. "Nehirlerin ötesinden geldim, sen çağırdın beni. Seni dinlemeye, seni götürmeye geldim."


Yüzündeki bıçak izi belirli belirsiz eline geldi, aradan yıllar geçmesine rağmen soğuk havalarda kızarıp acıyordu. Bu hatıra babasından kalmıştı kendisine. Asık suratlı, sert mizaçlı Sultan İbrahim Han'dan...


Uzun senelerden beri devleti şu karşıda bütün haşmeti ile duran Cihannüma Kasrı'nın taş duvarları arasından idare ediyordu.


Umumiyetle ya hilal görününce ya da bahar mevsiminde delilik vakalarında büyük bir artış gözleniyordu. Bu nedenle Edirne'de ilkbahara "Delilik mevsimi" deniliyordu.


Hacer tam kadınlar koğuşundan içeri girerken dönüp bir kez daha Sinan'a baktığında, kızgın korla dağlanmış sevda oku hızla gelip genç adamın kalbine bir kez daha saplandı.



Acaba o bahsedilen tılsımları ve cinleri anlatan kara ilmin kitabı bu muydu? Korkmuştu. Hemen sayfaları kapattı ve kitabı diğerinin üzerine koydu.




Güneşin battığı saatte de nehir kızıla boyanacak ve asırlık söğütlerin suya değen dallarıyla öpüşen nehir, birazdan en güzel rengini alacaktı.


Arapça yazılmış ismini tekrar okudu. "Risale-i Fit Tılsım." Evet, kaç gündür uykusunu kaçıran kitap tekrar elindeydi.


Ertesi sabah da, güneşin doğmak üzere Selimiye'nin ufkunu kızıla boyamakta olduğu saatlerde, 30 atlı ulak, Edirne'nin farklı yönlerine doğru hızla hareket ettiler.


Bu kitaptaki garip şekiller ve harfler kafamı karıştırdı. Tam kapatmak üzereyken içinden şiir yazılı bir kâğıt kucağıma düştü. Sanki o şiirde esrarengiz bir mesaj saklıydı.


Davulzenler, zurnazenler, boruzenler, zilzenler ve kûsiler aynı anda gümbürdetip Sultanın meydana girişini müjdelediler.


Sırık Meydanı'ndaki şenlikte geçiyordu gördüğü rüya. Ateşbazlar, fişekçiler ve kandilciler ellerinde fişekler,  alev topları ve meşalelerle dolaşıp duruyorlardı.


"Allahü Teâlâ bana öyle nimetler ihsan etti ki, istersem kıyamete kadar gelecek bütün velileri, kutupları, isim ve nesepleriyle bildirebilirim. Fakat bazıları inkâr ederler de, manevi kazançlarından kaybederler diye korkuyorum."


Müneccimbaşı gözünü Hafızül Küttaba dikerek "Tefe'ül-name" dedi. Ardından devam etti, "Şeyh Muhiddin-i Arabi hazretlerinin, Tefe'ül-name'si"


İşaretler kendilerini bu noktaya kadar getirmişti. Kitabın kopan sayfasına tekrar baktılar. Her şey bir muamma gibiydi.


Herkes için acıların dindirildiği şifa yurdu olan bu yer, onlar için dönülmez bir yolun başlangıcı, kısa saadetlerinin unutulmaz yurdu ve sevda acısının yürekleri delen sızısı olmuştu.


Bazı odalardan gelen inlemeler ve şadırvanın fıskiyesinden inceden inceye havuza dökülen su sesinin dışında şifahaneye tam bir sessizlik hâkimdi.


Seyreden herkes donup kalmıştı sanki. Ortada derin bir kaos vardı ve o derin kaosun içinde daha da derin bir düzenİşte neler olduysa o büyülü anlar içinde olup bitmişti...


Bu efsunlu ses ne kadar devam etti, bu ışık saçan ibrişimlerden kaçını yakalayabildi onu da bilmiyordu.


İşin tuhaf tarafı bu tarifsiz acı kalbinin derinliklerini sızlatmasına rağmen, ona tarifi imkansız bir haz veriyordu.