Her şey bir yana, tüm olup bitecekleri asırlar öncesinden kesin olarak
bilmek ve bunu işaretlerin diliyle geleceğe aktarmak mümkün müydü? Olanları
tekrar konuşup münakaşa ettiler. Hangi kahin, hangi müneccimbaşı, hangi tılsım
yapan falcı bunu bilebildi? Kimdi tüm olacakları şifreli şekillerin içine
gizleyen bu kitabın yazarı? Kimdi bu işaretlerin dilini çözüp şiirlere döken
şair?
Güçten, kudretten, tüm asaletinden ve
dünya nimetlerinden uzaklaşıp, maharetli nakkaşların oya gibi işlediği ulu
kubbenin altında sadece bir kul olarak secdeye eğilecekti.
Bazen de bu hayaletin buz mavisi
ışıklar içinde havaya yükselip kaybolduğunu uzun süre yeminler ederek anlatıp
durdular.
Kim çağırmıştı? Hiçbir şey
anlamıyordu. Hiç bir şey düşünemiyordu hatta. "Nehirlerin ötesinden geldim, sen çağırdın
beni. Seni dinlemeye, seni götürmeye
geldim."
Yüzündeki bıçak izi belirli belirsiz
eline geldi, aradan yıllar geçmesine rağmen soğuk havalarda kızarıp acıyordu.
Bu hatıra babasından kalmıştı kendisine.
Asık suratlı, sert mizaçlı Sultan İbrahim Han'dan...
Uzun senelerden beri devleti şu karşıda bütün haşmeti ile duran Cihannüma Kasrı'nın taş duvarları arasından idare ediyordu.
Umumiyetle ya hilal görününce ya da bahar mevsiminde
delilik vakalarında büyük bir artış gözleniyordu. Bu nedenle Edirne'de
ilkbahara "Delilik mevsimi" deniliyordu.
Hacer tam kadınlar koğuşundan içeri
girerken dönüp bir kez daha Sinan'a baktığında, kızgın korla dağlanmış sevda
oku hızla gelip genç adamın kalbine bir kez daha saplandı.
Acaba o bahsedilen tılsımları ve
cinleri anlatan kara ilmin kitabı bu muydu? Korkmuştu. Hemen sayfaları kapattı
ve kitabı diğerinin üzerine koydu.
Güneşin battığı saatte de nehir kızıla
boyanacak ve asırlık söğütlerin suya değen dallarıyla öpüşen nehir, birazdan en
güzel rengini alacaktı.
Arapça yazılmış ismini tekrar okudu. "Risale-i
Fit Tılsım." Evet,
kaç gündür uykusunu kaçıran kitap tekrar elindeydi.
Ertesi sabah da, güneşin doğmak üzere
Selimiye'nin ufkunu kızıla boyamakta olduğu saatlerde, 30 atlı ulak, Edirne'nin
farklı yönlerine doğru hızla hareket ettiler.
Bu kitaptaki garip şekiller ve harfler
kafamı karıştırdı. Tam kapatmak üzereyken içinden şiir yazılı bir kâğıt
kucağıma düştü. Sanki o şiirde esrarengiz bir mesaj saklıydı.
Davulzenler, zurnazenler, boruzenler,
zilzenler ve kûsiler aynı anda gümbürdetip Sultanın meydana girişini
müjdelediler.
Sırık Meydanı'ndaki şenlikte geçiyordu
gördüğü rüya. Ateşbazlar,
fişekçiler ve kandilciler ellerinde fişekler,
alev topları ve meşalelerle dolaşıp duruyorlardı.
"Allahü Teâlâ
bana öyle nimetler ihsan etti ki, istersem kıyamete kadar gelecek bütün
velileri, kutupları, isim ve nesepleriyle bildirebilirim. Fakat bazıları inkâr
ederler de, manevi kazançlarından kaybederler diye korkuyorum."
Müneccimbaşı gözünü Hafızül Küttaba
dikerek "Tefe'ül-name" dedi. Ardından devam etti, "Şeyh Muhiddin-i Arabi hazretlerinin,
Tefe'ül-name'si"
İşaretler kendilerini bu noktaya kadar
getirmişti. Kitabın
kopan sayfasına tekrar baktılar. Her şey bir muamma gibiydi.
Herkes için acıların dindirildiği şifa
yurdu olan bu yer, onlar için dönülmez bir yolun başlangıcı, kısa saadetlerinin
unutulmaz yurdu ve sevda acısının yürekleri delen sızısı olmuştu.
Bazı odalardan gelen inlemeler ve
şadırvanın fıskiyesinden inceden inceye havuza dökülen su sesinin dışında
şifahaneye tam bir sessizlik hâkimdi.
Seyreden herkes donup kalmıştı sanki. Ortada
derin bir kaos vardı ve o derin kaosun içinde daha da derin bir düzen…
İşte neler olduysa o büyülü anlar içinde
olup bitmişti...
Bu efsunlu ses ne kadar devam etti, bu
ışık saçan ibrişimlerden kaçını yakalayabildi onu da bilmiyordu.
İşin tuhaf tarafı bu tarifsiz acı
kalbinin derinliklerini sızlatmasına rağmen, ona tarifi imkansız bir haz
veriyordu.